9 Nisan 2014 Çarşamba

Art Nouveau-Peter Behrens


Art Nouveau

Art Nouveau (Yeni Sanat), zarif dekoratif süslemelerin ön plana çıktığı, kıvrımların ve bitkisel desenlerin, sıklıkla kullanıldığı bir sanat akımıdır. Köklerinin Londra merkezli Arts & Crafts Hareketi'ne dek gittiği söylenebilir.[1] Avrupa ve Amerika’yı etkilemiştir.




19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında etkili olmuş bu akım Türkiye'de Yeni Sanat ya da 1900 Sanatı olarak adlandırıldığı gibi birçok Avrupa ülkesinde de bölgesel olarak değişik adlarla anılmış, adlara uygun olarak da uygulamaların niteliklerinde değişiklikler görülmüştür. Modern Style, Yellow Book Style, Fin de Siecle Style, Jugendstil, Secession Stil bölgesel olarak kullanılan adlara örnektir. Akımın ilk aşamalarında mimarlıktaki gelişmeler daha belirgindir. Kullanılan abartılı barok stili benzeri dekoratif bezeme ve süslemeler sebebiyle Floral Style (Doğal Stil), Style Coup De Fouet (Kamçı Vuruşu Stili) ve Style Anguille (Yılanbalığı Stili) olarak da anılmıştır.




Tarihi gelişimi

Orta Çağ'ın gotik sanatını savunan İngiliz estetikçi ve tarihçi John Ruskin’den etkilenen, Praeraphaelit grubu üyesi William Morris, mutluluğun el emeğiyle elde edilebileceği, işçi kesiminin yaşama sevincine bu tür çalışmalar ile ulaşabileceği inancındaydı. İnsan ile maddenin arasına giren makinenin, dolayısıyla endüstriyel gelişimin güzelliği yok ettiği görüşündeydi. Yalnız ve yalnız insan elinin maddeye can verebileceği, Orta Çağ sanatçılarının eserlerinin mükemmelliğinden aldıkları zevkle özgür ve mutlu olduklarını savunuyordu.

Sosyalist fikirlere sahip William Morris; sanatı el emeği niteliğiyle geniş halk topluluklarına mal etmek suretiyle demokratlaştırmak istemiş, sanat kurumları açmış ayrıca imal ve satışın bir arada gerçekleştiği günümüz meslek okulları niteliğindeki atölye-mağaza olan Morris Company’i açmıştır.

W. Morris’in bakış açısı birçok sanatçı tarafından benimsenmiş, desteklenmiş ; bu yolla el sanatlarına dayalı bir sanat akımı oluşmuştur. Endüstriyel gelişmelerle ev yapımı ürünlerin pahalı kalmasıyla fakir işçi kesim yerine zengin koleksiyonculardan rağbet görmüştür. Kısaca endüstriye yenilmiştir.

Art Nouveau ismi 1896 yılında Paris’te açılmış olan, dekoratif mobilya ve aksesuar satan bir mağazadan gelmektedir. Devlet salonuna kabul edilmeyen sanatçıların da bu tür eşyaların alım satımıyla ilgilenmeye başlamasıyla akım güçlenmiş ve anti akademik bir nitelik kazanmıştır.

Art Nouveau, zamanla klasisizmi reddetmiştir. Bu toplumsal değişimi de yansıtan bir durumdur. Darwin sonrası bir toplumda, tanrının varlığının ancak sorgulanabildiği bir zamanda, insan ruhunun karanlık yanları ortaya çıkmaya başlamıştı. Fin de siecle yani “yüzyılın sonu” sanatçıları ve yazarları sis ve loşluğu, parlak gün ışığına yeğlerler. Paris gece hayatından, dansçılar ve hayat kadınlarından ilham alan grafik çalışmalar mimaride Victor Horta’nın Loie Fuller’e tasarladığı tiyatro binası bunu kanıtlar niteliktedir.


 
Akımın önemli isimlerinden biri olan Antoni Gaudi'nin Casa Batlló isimli mimari eseri.

Klasisizme sırtını dönen Art Nouveau sanatçıları ilhamı öncelikle doğada aramışlardır. Bitkisel motifler, kadın figürleri, kıvrılan bükülen çizgiler akımın etkilediği her alanda kullanıldı. Bitkileri ve hayvanları düzenli kompozisyonlarda statik bir formda kullanılarak, eskilerin aksine doğanın dinamik kuvvetleri dile getirilmeye çalışılmıştır.



Akımın önemli detaylarından cam süslemeler ve ışık.
 
 
Demirin yapı malzemesi olarak kullanılması mimari için önemli bir devrim hareketi olmuştur. Demir; metro girişlerinde, yapıların değişik bölümlerinde, günlük yaşam araç ve objelerinde hem fonksiyonel hem de süs olarak değerlendirilmiştir.
Demirin kullanımının yanı sıra Art Nouveau’nun karakteristiklerinden birisi de camın yoğun kullanımı, bunun bir sonucu olarak ışık ve aydınlatma çözümleridir. Aydınlatmanın önem kazanmasıyla cam pencerelerle aydınlatılan merdiven ya da hollerin merkez olarak yerleştirildigi yeni bir plan düzenine gidilmiştir.
Art Nouveau mimarlık sanatı 3 aşamada incelenebilir:
  1. 1896-1900 yılları arasında, başka stillerin yansımalarının net olarak görüldüğü dönemde Neo Barok denilebilecek motifler ve bitkisel bezemeler ön plandadır.
  2. "Gotik'i taklit ya da tekrar etmemeli sadece devam etmeliyiz" diyen Antoni Gaudi yapıtlarında renkli yüzeyler, dalgalı formlar, bol dekorasyon ve organik motifler kullanarak bu akımın ilk örneklerini yaratmıştır. Gotik mimari ve Katalan mimarisinin bir sentezi de sayılan yapıtların her yerinde süsleme öğeleri olarak bükük, kıvrık çizgili hacimler kullanılmıştır.
  3. 1905-1914 yılları arası bir geçiş aşamasıdır. Bu dönemde dekoratif süsler sadeleşmiş, çizgiler stilize edilmiş, eğri çizgiler çokgen ve küpler oluşturmaya başlamıştır.
  4. 1925’te uluslararası stil (İngilizce: Style Internationale) uygulamaya geçmiş; eğriler, geometrik figürler, yoğun dekor, sistematik sadelik, fantezi-fonksiyon paralellikleri oluşmuştur.
  5. Art Nouveau'nun el sanatlarını yayma ilkesi 20. yüzyılda endüstriyel tasarım ilkesini oluşturmuş, el sanatlarının fonksiyonel olması gerekliliği vurgulanmıştır. Mimarlıkta da form fonksiyonu izler. Uluslararası stil de aynı zamanda kübik hacimler oluşturur, düz yüzeyler teras nitelikli katlar ve bu formları tamamlar; yalınlaşan tasarımda yüzeyler dik açılarla birleşir. Bu mimari stilinin tanınmış temsilcileri arasında Le Corbusier, Walter Gropius, Mies van der Rohe, Alvar Aalto sayılabilir.
     
     
     
     Peter Behrens
     
     
     
     
     
    Peter Behrens, (14 Nisan 186827 Şubat 1940) dünyanın ilk büyük endüstriyel tasarımcısı ve 'kurumsal kimliğin babası sayılır. Endüstride bütünleştirici bir görsel kimlik ve kalite standardına ulaşmanın ancak tasarımla sağlanabileceğini kavrayan dönemin ilerici AEG (Allgemeine Elektrizitäts-Gesellschaft) genel müdürünün 1907'de Behrens'i AEG'nin görsel kimliğini gerçekleştirmek üzere göreve çağırması , kariyerinin dönüm noktası olmuştur.
     
     
     
     
     
    Bu konuda yaptığı çalışmalar ;
    1. mimar
    2. endüstri tasarımı
    3. grafik tasarım
    olarak üçe ayrılır ve ilk kurumsal kimliktasarım programı olarak kabul edilir.
    AEG için hazırladığı elektrikli kullanım aletlerinden soba, saat ve çaydanlık gibi endüstriyel tasarımları, süslemeden uzak sade bir yapıda gerçekleştirilmesi nin nedeni güzelliğin işlevini yaratmasina inanmasıydı. 19. yüzyılda ortaya çıkan bu felsefi tavıra 'Die Neue Sachlichkeit' (yeni nesnelcilik) adı verilmiştir. Mimari dalda ise, 1909'da tasarladığı cam perde duvarlı türbin fabrikası kompleksi mimarlık tarihinin bir kilometre taşıdır.Behrens klasik sanatları tüm görsel sanatlar ve tasarım için kaynak bulmak üzere incelemiştir.
    Behrens'in grafik tasarım konusundaki kurumsal kimlik çalışmaları amblem, logotype, broşür, kataloglar, basın ilanları, afişler, ambalajlar, kırtasiye malzemeleri ve 'Behrens kursiv yazısı' gibi tipografik konuları da kapsar. Behrens AEG çalışmasında, ünlü bal peteği biçimini, hazırladığı amblemden, harf karakteri ve mekan düzenlemesine kadar, her türlü tasarımda kullanarak, görsel kimlikte bütünlük sağlamıştır.
     
     
     
     
     
     
     
     
     
     
 
 
 
 
 
 

1 Ocak 2014 Çarşamba

Empresyonist Sanat


EMPRESYONİZM (İZLENİMCİLİK)

Empresyonizm 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Fransa’da başlayıp öteki ülkelere yayılan sanat akımı. Empresyonizm, “bir izlenimin uyardığı duyumların, duyulduğu biçimde üretildiği bir resim yöntemiydi” ve sanatçının nesneleri kendi kişisel izlenimine göre resimlemesini amaçlıyordu.

Bu akım resim sanatında gerçek bir devrim olarak nitelendirildi. Bu yenilikçi akıma öncülük etmiş pek çok sanatçı vardır. Öncelikle İngiliz resim okulu etkin oldu. 1870 Savaşı sırasında Monet, Sisley ve Pissarro, ünlü İngiliz manzara ressamları Constable, Bonington ve Turner’i inceleme fırsatını buldular. Monet’in çevresindeki kimi sanatçılar, Poussin, Watteau, Boucher ve Fragonard gibi Fransız sanatçılarından da etkilendiler. Ancak Delacroix’nin Kuzey Afrika ve Etretat manzaralarında izlenimciliğin habercisi olan belirtiler vardı.

19. yüzyılın ikinci yarısında “Barbizon Okulu” nu oluşturan manzara ressamları da izlenimciler üstünde etkin oldu. Özellikle Daubigniy ve Diaz açık havada çalışan ressamlardı. Corot ve Courbet de doğa karşısında edindiğimiz izlenimlerle arınmış gerçeğe inanan sanatçılar olarak akımın sonucunda etkin oldular. Bunların izleyicileri Honfleur yakınında bir hana yerleşerek açık havada resim yapmaya karar verdiler. Boudin, Jongkind daha sonra Monet, suluboya ve pastel çalışmaları yaptılar. Bu arada resminde uyguladığı lekecilik ve seçtiği modern konularla dikkat çeken Edouard Manet’nin 1863′te sergilediği “Kırda Öğle Yemeği” adlı eseri izlenimciliğin başlangıcında rol oynadı. 1866-1870′de Cafe Guerbois da Monet ve Zola’nın önderliğinde toplantılar düzenleniyordu. Sanattaki yeni eğilimlerin tartışıldığı bu toplantılara yazar, eleştirmen, ozanların yanı sıra fotoğrafçı Nadar ve Claude Monet, Degas, Renoir, Sisley, Pissarro, Cezaime gibi ressamlar da katılıyordu. Sanattaki yeni eğilimleri benimseyen sanatçılar, eserlerini sergilemekte güçlük çekiyorlardı.

1874′te fotoğrafçı Nadar’ın önerisiyle atölyesinde açılan sergiye 30 kadar sanatçı katıldı, empresyonizm deyimi, Claude Monet’in sergideki “impression, Soleil Levant” (İzlenim: Gün Doğumu) adlı eserinden alınmıştı. Empresyonizm yeni bir görüşü izleyen resim yöntemiydi. Resimler tek tek fırça vuruşlarıyla, saf prizmatik renklerin kullanımıyla, açık havada ışığın değişen etkilerini yakalamak amacıyla gerçekleştirildi. İzlenimciler ilk sergilerinden sonra değişik sanatçıların katılımıyla sekiz sergi açıtlar. 1886′daki Sekizinci Sergi’ye katılan bazı sanatçılar empresyonizm kuramlarını sürdürmek amacıyla Yeni izlenimcilik (Neo-Empresyonizm) adıyla bir sanat kuramı ortaya attılar. İzlenimci düşünceleri benimsemesine karşın hiçbir sergilerine katılmayan Edouard Manet ve yedi sergiye katıldığı halde Degas kendilerini izlenimci saymayıp “bağımsız” olarak nitelediler.

Claude Monet

 Claude Monet (14 Kasım 1840 – 5 Aralık 1926), Fransız empresyonist (izlenimci) ressam. Oscar-Claude Monet veya Claude Oscar Monet olarak da bilinir. İzlenimcilik terimi, Monet'nin İzlenim: Gün Doğumu adlı resminden gelmektedir. İzlenimcilik, modern resim sanatındaki ilk büyük devrimci harekettir. Monet, resimlerinde fırça darbeleriyle oluşturduğu değişik renklerde noktalarla istediği izlenimi uyandıracak renk ve ışık etkisini yaratmayı başarmıştır.


Adolphe ve Louise-Justine Monet'nin çocuğu olarak Paris'te dünyaya geldi. 1845'te, yani Monet beş yaşındayken, aile Normandiya'daki La Havre'a taşındı. Monet, Notre-Dame-de-Lorette kilisesinde Oscar-Claude olarak vaftiz edildi. Babası onun aile mesleği olan bakkallığa devam etmesini istiyordu, fakat annesi şarkıcı olan Claude sanatçı olmak istiyordu.

1851 nisanında, Monet Le Havre'da ortaokula başladı. Önceleri 10–12 Fransız frangı'na sattığı karakalem karikatürleriyle çevresinde tanındı. İlk çizgi derslerini, Jacques-Louis David'in öğrencisi olan Jacques-Francois Ochard'dan aldı. Bu dönemde, Eugène Boudin'le tanıştı. Boudin, Monet'ye yağlı boya kullanmayı ve açık ortamlarda resim tekniğini öğretti.

28 Ocak 1857'de annesi öldüğünde 16 yaşındaydı, okuldan ayrıldı ve dul teyzesinin yanına yerleşti.

Louvre'u ziyaret etmek için Paris'e geldiğinde, pek çok ressamın eski ustaları taklit ettiğine tanık oldu. Monet, bir pencerenin yanına oturup gördüklerini resmetmektense, gereçlerini yanına alıp dışarıda resim yapmayı tercih ederdi. Paris'te geçirdiği yıllarda pek çok empresyonist ressamla arkadaş oldu. Bunlardan biri Édouard Manet idi.

Haziran 1861'de Monet, yedi yıllık bir sözleşmeyle orduya katıldı, fakat görevinin ikinci yılında teyzesi Madame Lecadre sözleşmesinin feshedilmesini sağladı. Ancak Madame Lecadre'in bir koşulu vardı: Monet'nin üniversitede sanat eğitimi alması. Monet'nin de Alman ressam Johan Barthold Jongkind'ın teyzesini bu fikre teşvik etmiş olması muhtemeldir.

1862'de Paris'te Charles Gleyre'in öğrencisiyken, üniversitedeki geleneksel resim anlayışı Monet'de hayal kırıklığı yarattı. Bu dönemde Pierre-Auguste Renoir, Frederic Bazille ve Alfred Sisley ile tanıştı. Birlikte resme yeni yaklaşımlarını paylaştılar, ışığın açık havada yarattığı etkiyi resme parçalanmış renkler ve seri fırça darbeleriyle aktardılar. Bu daha sonraları empresyonizm olarak adlandırıldı.

Monet'nin tanınmasını sağlayan 1866 tarihli Camille ya da Yeşil Elbiseli Kadın (La Femme à la Robe Verte) adlı eseri, gelecekteki eşi Camille Doncieux'nun Monet tarafından yapılan pek çok resminden biriydi. Kısa süre sonra Doncieux hamile kaldı ve ilk çocukları Jean dünyaya geldi. 1868'de Monet, Seine nehrine atlayarak intihar etmeyi denedi.

Fransa Prusya Savaşı süresince (1870–1871) Monet İngiltere'ye sığındı. Orada, John Constable ve Joseph Mallord William Turner'ın resimleri üzerinde çalıştı. Her ikisi de renk kullanımında Monet'in yenilikçi buluşlarına ilham kaynağı olmuşlardır.

1870'de Monet ve Doncieux evlendiler.

1871–1878 yılları arasında Monet, Fransa'ya geri döndü. Önce çocukluğunun geçtiği La Havre kentine gitti. Le Havre'dan bir manzarayı yansıtan İzlenim: Gün doğumu. (Impression, soleil levant) tablosunu yaptı. 1874'te ilk empresyonist sergide yer alan bu resim günümüzde Paris'te Musée Marmottan-Monet'dedir. Sanat eleştirmeni Louis Leroy, resmin adından yola çıkarak "izlenimcilik" (empresyonizm) terimini, aşağılamak amacıyla ortaya atmıştır.

1873'te Paris yakınlarında ve Seine nehri kıyısında bir köy olan Argenteuil'e yerleşerek eşi Camille ile birlikte altı yıl yaşadı; en çok tanınan eserlerinden bazısını burada yaptı.

1874 yılında Manet, Degas, Renoir, Cezanne, Pissaro, Sisley ile beraber açtıkları sergi başarısız olunca ekonomik şartları iyice kötüledi. Ancak Manet'in yardımıyla Argueille'de kalmayı sürdürebiliyordu. Bu dönemde resimleri hayatının başka hiçbir döneminde olmadığı kadar koyulaştı, kasvetli bir hal aldı.

Monet, 1876'da Ernest and Alice Hoschedé çifti ile tanıştı. İş adamı ve koleksiyoner Ernest Hoschedé, evi için dekoratif paneller sipariş etmişti. 1877'de iflas etmesi, empresyonist sanatçılar için ama özellikle Monet için büyük bir darbeydi. Vétheuil'de bir Ernest ve Alice Hoschedé çiftinin evine yazboyu beraber kalmak üzere Monet ve hasta eşi Camille çocuklarıyla beraber yerleşti ancak orada uzun süre kaldılar. Ernest Hoschedé zamanının büyük bölümünü Paris'te geçiriyordu. 1878'de Belçika'ya kaçtı.

Claude ve Camille'in ikinci çocukları Michael, 17 Mart 1878'de doğmuştu. Doğum ile iyice zayıf düşen Madame Monet 5 Eylül 1879'da tüberküloz sebebiyle öldü. Monet, onu ölüm yatağında resmetti. Camille'in ölümünden sonra Monet, Alice ile Vétheuil'de yaşamaya devam etti. Alice, kendi altı çocuğuyla birlikte Monet'in çocukları Jean ve Michael'e bakmaktaydı. 1891'de eşi Ernest'in ölümünden sonra Monet ile evlenmeyi kabul etti. 1892 yılının Temmuz ayında evlendiler.

Camille'in ölümünden sonra yas içindeki Monet, bir daha asla yoksulluk batağına düşmeme kararını vermişti ve en güzel eserlerini yaratmak üzere çaba harcamaya başladı. 1883-1908 yılları arasında, Akdeniz'i dolaştı ve pek çok doğa resmi yaptı. Önemli bir resim serisini İtalya Venedik'te yapmıştır. Ayrıca Londra'da iki önemli serisi olan Parlamento ve Charing Cross Köprüsü resimlerini hazırladı.

Alice, ve Claude Monet çocuklarla beraber 1881'de Poissy'e, 1883'te Vernon'a taşındılar ve son olarak Mayıs 1883'te Paris'ten 80 km. mesafedeki Giverny'e yerleştiler. Monet, burada bir ev ve bahçe kiraladı. Geri kalan ömrünün büyük kısmını sonradan satın aldığı bu yerde yeşerttiği bahçeyi resmederek geçirdi. İlk önce Ot yığınları serisini yaptı. Farklı yönlerden ve günün farklı saatlerinde ot yığınlarını resmetti. Son olarak da bahçseinin resmettiği Zambaklar serisini hazırladı. İkinci eşi Alice 1911'de, oğlu Jean 1914'de ölmüştür.

Monet, 1923'te katarakt sebebiyle iki kez ameliyat olmuştur. Katarakt olduğu süreçte yaptığı resimlerin genel olarak kırmızı tonlarda olduğunu görürüz, bu katarakt hastalarının görüş biçiminin karakteristiğidir.

Monet, 5 Aralık 1926'da, 86 yaşındayken akciğer kanseri nedeniyle ölmüş ve Giverny kilisesi mezarlığına gömülmüştür.

Ünlü eserleri


 “Impression, Soleil Levant” (İzlenim, Gün Doğumu) 1872 Paris
 
 

The Cliff at Étretat after the Storm – 1885




Woman with a parasol (1886)
 
 
 
The Bridge at Argenteuil (1874)
 
 
 

 
 






 
 
 


 
 
 
 

 
 
 
 
 
 
 

18 Aralık 2013 Çarşamba

ENDÜLÜS EMEVİ SANATI


ENDÜLÜS EMEVİ SANATI


Endülüs Emevîleri, Abbasilerin, Emevî hanedanına son vermesiyle Emevî sülalesinden gelen Hîşam'ın torunu Abdurrahman, İspanya'ya giderek burada Endülüs Emevî Devleti'ni kurdu (756). Abdurrahman, Abbâsîler ile mücadale etti, Franklara karşı başarılar kazandı.
 
 
 
 
  Emevîler İspanya'da tam bir İslam egemenliği kurmuşlardı. Ancak zamanla, başa geçen hükümdarlar cihadı bıraktı ve saraylarda sefa sürmeye başladılar. Taht kavgaları ve sevdaları, kardeş kanının dökülmesi sebebiyle yıkım dönemi başladı. Ülke çevresinde gelişen Hıristiyan birlikler zamanla daha fazla güçlendi. Aragon kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi I. İsabel'in evlenmesi ve ordularını birleştirmesi ile Hıristıyanlar daha da güçlenmiş ve Yahudilerle Müslümanarı Endülüs'ten çıkarmışlardır. Osmanlı devleti yardım gönderebilecek güçteydi ancak Cem Sultan olayı yüzünden yardım gönderememiştir. Kemal Reis komutasında bir donanma ile kurtulan Yahudilerle Müslümanlar gemilerle doğuya getirilmişlerdir.
 
 
 
 

Endülüs Emevîleri'nin en parlak dönemi III. Abdurrahman (912-961) ve II. Hakem (961-976) zamanlarıdır. III. Abdurrahman, halife unvanını da kullanınca İslam tarihinde aynı anda Abbâsîler, Endülüs Emevîleri ve Fâtımîlerde olmak üzere ilk kez üç halife çıktı.
İspanya daha önce 711 yılında Emeviler döneminde Müslümanların eline geçmiş ve Kordoba merkez olmak üzere bir emirlik kurmuştur. 300 yıl İspanya'da egemenlikleri sürmüş buna bağlı olarak kendi kültür ve sanatlarını burada görkemli bir şekilde yaşatmışlardır. Endülüs'te dikkati çeken iki önemli yapı olan Kordoba Camisi ve Elhamra Sarayı'dır.
Kordoba Camisi: (786): 1. Abdurrahman tarafından yaptırılmıştır. Caminin içi kırmızı tuğla ve beyaz taşın birlikte kullanılmasıyla göz alıcı bir manzara sergilemektedir. İlk kez bir camide at nalı biçiminde kemer kullanılmıştır.
 
 
 
 
Elhamra Sarayı:  İspanya'nın Granada kentinde 14. yüzyılda yapılmıştır. Sarayın yapımında malzeme olarak kireç, çakıllı kum ve kırmızı renkli bir kerpiç kullanılmıştır. Sarayın adı Elhamra, Arapça kırmızı anlamına gelmektedir.

 Saray üç bölümden oluşur. Birinci bölüm, hükümdarın davalara baktığı ve halkı kabul ettiği Meşver bölümüdür. İkinci bölüm, taht salonu ile birlikte resmi kabuller için kullanılan divan bölümüdür. Üçüncü bölüm ise, tamamen kadınlara ait harem bölümüdür. Bahçesinde aslan heykelleri ile süslü Aslanlı Havuz çok ünlüdür. Gerek İslam sanatında gerekse dünya sanat tarihinin en güzel yapılarından biri olarak kabul edilir.
 
 
 
 
 
 
 

6 Kasım 2013 Çarşamba

HİNT VEDA TOPLUMU-ELLORA VE ACANTA MAĞARALARI


HİNT VEDALARI

Vedalar, Aryan din edebiyatının tamamını içine alan bir terimdir. Hinduizm dinine inananlar için kutsaldırlar ve yine bu dine inananlar için açığa çıkmış bilgidirler. Veda kelimesi bilgi manasına gelir ve farkında olmak manasına gelen wit sözcüğüyle aynı kökene sahiptir.



Birçok Hindu, Vedaların yaratılışın başından beri var olduğuna inanır. Vedaların en yeni bölümleri yaklaşık M.Ö. 500 senesi civarında ortaya çıkmışken, en eski metin yaklaşık M.Ö. 1500 yıllarına aittir. Fakat birçok Hint Bilimciye göre metinler yazılmadan önce uzunca bir süre devam eden bir sözel gelenek mevcuttu.

Vedalar 4 ana bölüme ayrılır:

1. Samhitalar



2.   Brahmanalar

Veda dönemine ilişkin ikinci büyük eser sınıfı Brahmanalardır, Max Müller der ki: “Brahmanalar.Hint Edebiyatı öğrencileri için ilginç olabilir, ama genel okuyucu için az bir önemi vardır. Büyük bir bölümü uzun, yorucu ve biraz da basit teolojik konuları içerir. Hint düşüncesinde aldığı yer hakkında önceden bir bilgisi olmayan bir kişinin, Brahmanalardan sıkılmadan on sayfa okuması mümkün değildir.”
Brahmana sözcüğü, “Bilgili Din Adamının Açıklamaları’” anlamında kullanılmıştır. Bu açıklamalar, özellikle kurban törenlerine ilişkindir. O nedenle Brahmanaları “Kurban Bilimi” ne ilişkin metinler olarak nitelendirebiliriz.





Siyah Yacurveda’da, mantraların (duaların) yanısıra, kurbanın anlamı ve amacı üzerine düşüncelerde ve tartışmalarda, Brahmana edebiyatının başlangıçlarını görürüz. Daha sonra birçok Vedik okul kendi görüşüne göre yorumlar getirmeye başladı. Her okulun bir Brahmanası oluştu. Böylece çok sayıda Brahmana ortaya çıktı, bazen de bazı eserler Brahmana gibi gösterildi. Bu tip olanlar içinde Samaveda’ya ait bir sürü Brahmana vardır ki bunlara Vedangalar denir. Atharvaveda’ya ait Gopatha Brahmana da böyledir. Bu eser, Veda edebiyatının en eskilerindendir. En eski ve önemli Brahmanalar aşağıda sayılmıştır:
Rgveda’ya ait olan Aiteraya Brahmana. Dört Adhyayası (Ders) vardır, bunlar da sekiz Pançaka’ya (Beşli) ayrılır. Geleneğe göre eserin yazarı Mahidasa Aitareya’dır. Olasılıkla bu kişi sadace bir derleyicidir. Bu Brahmana temel olarak Soma kurbanına ilişkindir. Ayrıca Ateş kurbanı (Agnihotra) ve kralın taç giyme bayramı (Racasuya) bahsedilen konular arasındadır. Son on bölümün daha sonraki tarihlerde eklendiği tahmin edilir.
Bu Brahmana ile en yakın akrabalık taşıyan Brahmana, yine Rgveda’ya ait olan ve 30 Adhyaya’sı bulunan Kaushitaki (Samkhayana) Brahmana’dır. İlk 6 Adhyaya, yiyecek kurbanı, 7-50 arası ise Soma kurbanına ayrılmıştır. Bu Brahmana, Aitareya’dan daha sonradır.
Samaveda’ya ait olan Tandya Maha Brahmana’ya, 25 bölümü olduğu için “Pançavimşa” da derler. Bu, en eski Brahmanalardan biridir ve içinde birçok önemli efsane vardır, 26. bölüm bir ekleme olup, buna Adbhuta Brahmana derler ki bu, mucize ve kehanetlerden bahseden bir Vedanga metnidir. Samaveda’ya ait olan Tandya Maha Brahmana’dan daha eski olan bir başka eser, Caiminiya Brahmana’dır. Bu esere ait el yazmaları çok parça parça olduğu için eser tam olarak basılamamıştır. Sadece belirli kısımları bilinir.
Siyah Yacurveda’ya ait olan Taittiriya Brahmana, Taittiriya Samhita’nın devamından başka birşey değildir. Bunlar Samhita’ya sonradan eklenen parçalardır. Burada sembolik insan kurbanı töreni (Purushamedha) nin bir betimlemesi vardır.
Beyaz Yacurveda’ya ait olan Şatapatha Brahmana (Yüz Yol Brahmanası), yüz Adhyayadan oluşur. Bütün Brahmanalar içinde en çok tanınanı, en hacimlisi ve içerik yönünden en dolu olanı budur. İki büyük nüshası vardır: Kanvalarınki ve Madhyandinalarınki. Bu ikincide yüz Adhyaya 14 bölüme (kanda) dağılmış durumdadır. İlk 9 bölüm Vacasaneyi Samhita’nın ilk 18 bölümünün bir tür yorumudur. Bunlar kesinlikle son 5 bölümden daha eskidir. Eserin yazarı olarak, bir yerde Yacnavalkya, bir başka yerde ise Şandilya gözükür. Ateş sunağı yapımı, bir çömezin kutsal metinleri ezberlemek üzere hoca yanına verilmesi, günlük Veda çalışmaları, ölüm törenleri, at kurbanı (Aşvamedha), insan kurbanı (Purushamedha), herşeyin kurbanı (Sarvamedha) bu eserin konuları arasındadır. Brhadaranyaka Upanishad bu hacimli esere çok yakın olan başka bir eserdir ki bunu “Upanishadlar” konusunda göreceğiz.
Tıpkı Vedalarda olduğu gibi Brahmanalarda da ait olduğu Veda’ya göre ilgili dinadamları ayrı ayrıdır. Buna göre Rgveda’ya ait olanları Hotar, Samaveda’ya ait olanları Udgatar, Yacurveda’ya ait olanları ise Adhvaryu rahibi sorumluluğu altına alır. Atharva ve Yacurvedaların son dönem kısımları, Brahmanaların yazılmaya başlandığı zamanla çağdaştır. Bu kitapları Rgveda ile kıyasladığımızda, kültürel ve coğrafyasal durumlardan bunu anlayabiliyoruz. Yacurveda ve Brahmanaların yazıldığı bölge Kuru ve Pançala kavimlerinin çarpıştığı Kurukshetra’dır. Bu düzlük “kutsal” diye nitelendirilir; çünkü tanrılara ait bayramlar burada kutlanırda. Burası Ganj ve Camuna’nın batısındaki düzlükte, Sarasvati ve Drshadvati nehirleri arasındadır. Delhi ve Mathura’ya yakın olan bu bölge, daha sonra “Brahman Ülkesi” (Brahmavarta) diye adlandırılmıştır. Yacurveda ve Brahmanalar yazıldıktan sonra, Brahman kültürünün Hindistan’ın her yerine dağıldığı merkez burasıdır.
Rgveda’dan tanıdığımız ve eski olarak nitelediğimiz tanrılar, aynen Yacurveda, Atharvaveda ve Brahmanalarda da görülür. Ancak buralarda renkleri hayli soluktur ve bütün güçlerini, kendilerine sunulan kurbanlara borçludurlar, öte yandan Rgveda’da ikinci planda gözüken
bazı tanrılar, bu ayin edebiyatında birinci plana fırlamıştır. Buna en iyi örnek Vishnu ve Rudra (Şiva) dır. En büyük önem ise, tanrıların (devalar) ve şeytanların (asuralar) babası olarak görülen, “Yaratıkların Efendisi” Pracapati’ye verilir. Rgveda’da tanrılarla şeytanlar birçok kez savaşırlar ve tanrılar sadece kendilerine güvenirler. Brahmanalarda ise, tanrıların başarılı olması için bile kurban sunmaları gerekir. Brahmanalarda hiçbir şeye kurbandan ve brahmanlardan fazla önem verilmez. Kurban Doğanın yaratıcı gücüdür. Bu nedenle Pracapati ile eş tutulur. “Pracapati kurbandır” cümlesi Brahmanalarda sık sık tekrarlanır, “Bütün canlıların, bütün tanrıların ruhu kurbandır.” “Kendisini kurbana adayan kimse Herşeye adamış olur; çünkü herşey, sadece kurbanı izleyerek gelir. Kendini adayarak kurban hazırlıkları yapan kimse, kendi dışındaki Herşeyi yaratır.” (Şatapatha Brahmana XIV,3,2,l / III,6,3,1). Sadece kurban sırasında kullanılan aletler, kaplar, dualar, formüller, şarkılar değil aynı zamanda sihir güçleri ve bir anlamı olan herşey önemli idi. Kurbanı yürütenler, en ince ayrıntısına kadar bu konuyu konuşur, tartışırlardı.
“Kurban” işini bilen tek sınıf olan dinadamları, toplumda ayrıcalıklı bir yer alıyorlardı. Atharvaveda’nın bazı kısımlarında ve Brahmanaların tamamında kast sisteminin iyice oturduğunu görüyoruz.. Hatta o kadar ki, brahmanların “tanrı” oldukları söyleniyordu (Taittiriya Samhita I,7,3,1). “İki tür tanrı vardır; biri tanrı tanrılar, diğeri okumuş ve bilgili insan tanrılar olan brahmanlar. Kurban, bunlar arasında paylaştırılır; kurban sunakları tanrılara, hediyeler ise (dakshina) insan tanrılara verilir; kişi kurban sunaklarıyla tanrıları, hediyelerle insan tanrıları sevindirir. Bu iki tür tanrı doyurulduğu zaman, kişiyi kutlu cennete gönderirler” (Şatapatha Brah. II,2,2,6 / IV, 3,4,4).
Brahman’ın dört görevi vardır: Soyun devamı, uygun davranış,ün kazanma, halkı olgunlaştırma. Olgunlaşmış halkın da (!) brahmanlara karşı dört ödevi vardır: Onları onurlandırmak, hediyeler vermek, canlarını sıkıcı işler yapmamak ve onları öldürmemek. Kral, hiçbir biçimde Brahman’ın malına mülküne el süremez; hiçbir zaman ona karşı çıkamaz; eğer tersini yaparsa başına mutlaka bir kötülük gelir. Kral tacını giyerken brahman şöyle der: “Ey halk, bu adam sizin kralınızdır; bizim kralımız ise Soma’dır.” Bu şekilde krala halkını yeme ve ezme hakkını verirken, kendi sınıfını korumuş olur. Gerçek katil, bir brahmanı öldüren kişidir. Bir brahmanla bir brahman olmayan arasında çıkan tartışmada haklı olan her zaman brahmandır; ona hiçbir zaman karşı gelinmez (Şat.Brah. XIII,3,5,3; Taittiriya Sam. II,5,11,9). Birçok şey tabulaştırılmıştır. Örneğin, ölmüş bir kişiye ait toprak veya taştan yapılmış kaplar brahmana verilmelidir; hasta ya.da inatçı, inekler ve kurban töreninden arta kalan şeyler brahmana verilmelidir; bunlara başkasının dokunması yasaktır.
Hintliler, Brahmanaların içeriğini iki ana kategoriye ayırırlar: Vidhi ve Arthavada, Vidhi “kural, yönerge”, Arthavada ise “anlamını açıklama, yorum” demektir.
Brahmanalarda, ayinle ilgili çeşitli hocaların tartışmaları, sözcüklerin etimolojileri vs, de yer alır. Pracapati ile birlikte Vishnu da birçok kez “kurban” la özdeşleştirilir. Pracapati ayrıca “yıl” ile özdeşleştirilir; Agni ise “yıl” ile birlikte “ateş sunak yeri” ile de bir tutulur; zira bir altarın hazırlanması bir yıl sürer. Kadınların zayıflığını belirten kısımlar vardır. Ayrıca kurban sunağı
“batı kısmı geniş, ortası -büzük, doğu. kısmı yine geniş” (Şat.Brah. I,2,5,16) denilerek, altar bir kadına benzetilir. Az da olsa, ahlakla ilgili kısımlar vardır, örnek (Şat.Brah. II,5,2,20):
“Adhvaryu’nun yardımcısı döner ve tam karısını götürmek üzere olan kurban yaptırıcısının karısına ‘kiminle cinsel ilişkide bulundun?’ diye sorar. Eğer bir kadın ait olduğu kişiden başkasıyla birleşirse, şüphesiz o Varuna’ya karşı bir suç işlemiş olur. Eğer yapmışsa ve itiraf etmezse o zaman akrabalarının yanına aşağılayıcı şekilde döner. Bunun için öyle sorar.”
Rgveda’dan anımsayacağımız Pururavas ile Urvaşi efsanesi, Şatapatha Brahmana’da (XI,5,1) tekrar anlatılır ve çöl ortasında bir vaha gibi karşımıza çıkar.
Şatapatha Brahmana’da (I,8,l), olasılıkla Semitik bir kökenden gelen bir tufan efsanesi anlatılır:
“Sabahleyin Manu’ya yıkanması için su getirdiler, zira her zaman suyla ellerini yıkardı. Tam yıkanıyorken bir balık .eline geldi.
Balık dile geldi ve ‘büyüt beni, seni kurtaracağım’ dedi. ‘Beni neden kurtaracaksın?’ ‘Bir tufan geliyor, bütün canlıları sürükleyip götürecek, seni ondan kurtaracağım;’ ‘Seni nasıl büyütürüm?’
Balık söyledi: ‘Küçük olduğumuz için derdimiz büyük; zira büyük balık küçük balığı yutar. Beni önce bir kavanozda tut. Biraz büyüdüğüm zaman bir çukur kaz ;ve beni oraya koy. Biraz daha büyüdüğümde ise beni denize bırak, o zaman ölüm tehlikesini atlatmış olurum.’
Bir süre sonra bir chasha (büyük balık haline geldi ve diğer balıklara kıyasla çok büyüdü. Derken balık dedi ki: ‘İşte şu gün şu tarihte tufan gelecek. Bir gemi hazırla; tufan koptuğu zaman gemiye bin, seni ben kurtaracağım.’
Manu, bu şekilde balığı büyüttü ve sonra denize bıraktı. Aynı yıl balığın kendisine tavsiye ettiği ve anlattığı gibi, bir gemi hazırladı; tufan koptuğunda da içine bindi. Balık yüzerek geldi, geminin ipini boynuzuna bağladı ve gemiyi çekerek süratle kuzey dağına doğru götürdü.
Sonra balık dedi ki: ‘Seni kurtardım. Gemiyi bir ağaca bağla; ta ki sen dağdayken sular senin yolunu kesmesin. Sular çekilip indikçe, sen de yavaş yavaş aşağı doğru inersin!’ Manu da öyle yaptı ve işte o zamandan beri kuzey dağına (üzerindeki eğime) ‘Manu’nun İnişi’ derler. Sular bütün canlıları süpürüp yok etmiş, sadece Manu sağ kalmıştı.”
Brahmana daha sonra Manu’nun, soyunu devam ettirmek isteğiyle bir kurban,töreni düzenleyerek, bu sayede bir kadın yarattığını ve bu kadınla insan soyunu sürdürdüğünü anlatır. Bu Manu kızının adı İda’dır. Bundan sonra öykü, İda adına kurban hediyesi sunmanın önemini açıklayarak devam eder.
Bir diğer efsane, Şunahşepa efsanesidir (Aitareya Brahmana, VII,15-18). Birçok yönden ilginçtir;
“İkshvaku soyundan Vedhas oğlu kral Harişçandra’nın çocuğu yoktur. Yüz karısı vardır ama bir türlü çocuğu olmaz. Ermiş Narada kendisini ziyaret ederek, kral Varuna’ya gidip ona ‘bana bir oğul verirsen onu sana kurban ederim’ demesini tavsiye eder. Kral bu öneriye uyar. Varuna’ya ‘bana bir oğul verirsen onu sana kurban ederin’ der. Varuna ‘pekiyi’ diyerek ona Sohita adında bir oğul kazandırır. Daha sonra ‘bir oğlun oldu, badi onu bana kurban et’ der, Fakat Harişçandra ‘On gün dolmadan bir hayvanın bile kurban edilmesi doğru değildir’ diyerek geçiştirir. Ongün sonra Varuna tekrar sıkıştırır: ‘Ongün doldu, haydi oğlunu bana kurban et’. Fakat adam ‘dişleri çıkmadan bir hayvanın bile kurban edilmesi doğru değildir’ diyerek tekrar geçiştirir. Böyle böyle Harişçandra oğlunu bir yetişkin olana kadar ölümden kaçırır. Nihayet onu kurban etmeye karar verir ancak Rohita ormana kaçar ve orada bir yıl kadar yaşar. Varuna ceza olarak Harişçandra’ya bir illet gönderir; vücudunda su kabarcıkları çıkmaya başlar. Bunu duyan Rohita geri dönmek ister fakat bir Brahman biçiminde görünen İndra ona engel olur. Gezginlerin talihinin iyi olduğunu ve ormanda dolaşmaya devam etmesini tavsiye eder, iki, üç, dört ve nihayet beş yıl genç adam ormanda dolaşır; ne zaman geri dönmek istediyse her seferinde İndra tarafından vazgeçirtilir ve dolaşması konusunda zorlanır. Rohita ormanda dolaşırken açlıktan sefil olmuş Rshi Acigarta ile karşılaşır. Bu kişinin üç oğlu vardır: Şunahpuççha, Şunahşepa, Şunolangula. Rohita, oğullarından birine karşılık yüz inek vereceğini söyler. Baba en büyüğü, anne ise en küçüğü vermek istemez. Ortancada, yani Şunahşepa’da anlaşırlar. Kohita, bu oğlanla birlikte babasına gelir. Varuna Şunahşepa’yi kurban olarak kabul eder. Racasuya töreni hazırlanır. Kurban için herşey hazırdır fakat kurbanı bağlayacak bir kimse bulunamaz. Acigarta ‘bana yüz inek daha verin ben bağlayayım’ deyince kabul ederler, o da oğlunu bağlar. Bir yüz inek daha verilirse öldürebileceğini söyler. O da kabul edilir ve adam, keskin bir kılıçla Şunahşepa’ya doğru
yürümeye başlar. Oğlan şöyle düşünür: ‘Sanki bir hayvanmışım gibi beni boğazlayacaklar; bari tanrıların merhametine sığnayım’. Sonra, bütün kalburüstü Vedik tanrılara birçok dualarla yakarır. En son Ushas’a (Şafak) yakarır ve Harişçandra’nin hastalığı iyileşmeye başlar. Bunun üzerine dinadamları onu bir kurban ganimeti gibi kabul ederler; Şunahşepa başka bir Soma kurbanı yapıldığını görür. Ermiş Vişvamitra, Şunahşepa’yı evlat edinir ve kendi yüz oğlunu reddeder. Onu, kendinin mirasçısı olarak açıklar.
Bu .öykü, neredeyse Rgveda’nın eskiliği kadar büyük bir eskiliğe sahiptir. Bir başka örnek, düşünceyle söz arasındaki hoş tartışma ile ilgilidir (Şat.Brah, I,4,5:8-l2):
“Düşünce ile Söz arasında, ikisinden hangisinin daha iyi olduğu konusunda bir tartışma başlar. Her ikisi de ‘En iyi benim’ demektedir.
Düşünce ‘ben senden daha iyiyim, çünkü sen benim tarafımdan’ anlaşılmadıkça birşey konuşamazsın; sen benim yaptıklarımın taklitçisisin, benim izimden gelmeye mecbursun, ben senden daha üstünüm’ der.
Söz ise ‘senin bildiğini bilinir kılan benim, iletişimi ben sağlarım, asıl ben senden üstünüm’ diye yanıt verir.
Pracapati’ye danışırlar. Pracapati, Düşüncenin üstün olduğunu söyler, çünkü ‘söz onun izleyicisi ve taklitçisidir; bir şeyin izleyicisi ve taklitçisi o şeyden daha aşağıdır’.
Reddedilmiş olan söz (f. vaç) başaramaz ve korkar. Sonra Pracapati’ye der ki: ‘Sen beni seçmedin, ben de bundan sonra senin adak taşıyıcın olmayacağım; Artık Pracapati’ye ne zaman kurban sunulursa alçak sesle sunulsun; zira söz onun için artık adak taşıyıcı olmayacak.”
Bir başka efsane, Maitrayani-Samhita’da (I, 10,13) anlatılan kanatlı dağlar efsanesidir:
“Pracapati’nin en eski çocukları kanatlı tepelerdi. Bunlar havada uçarlar ve istedikleri yere konarlardı, Fakat böyle yaptıkları zaman dünya bir oraya bir buraya doğru sallanıyordu. Derken İndra bunların kanatlarını kesti ve dünya sallanmaz hale geldi. Kanatlar ise fırtına bulutları oldu, bu yüzden hep dağların tepelerinde dururlar.”
Brahmanalarda “Yaratılış” konusuyla ilgili birçok efsane anlatılır. Bunlardan biri (Şat.Brah. XI, 1,6: l-11) şudur:
“Başlangıçta sudan başka birşey yoktu. Bu sular kendi cinsini yaratmak istedi. Biçimlerini değiştirip, kendilerini alçalttılar. Bu sırada altın bir yumurta ortaya çıktı. O zamanlar henüz yıl kavramı yoktu; fakat tam bir yıl boyunca bu altın yumurta yüzdü durdu. Bir yıl sonra içinden bir adam çıktı; bu Pracapati idi. İşte Pracapati bir yılda doğduğu için bir kadın, bir inek yahut bir kısrak da bir yıl içinde doğurur. Ancak o sıralar ayakta duracak bir yer yoktu. Bu yüzden içinden çıktığı yumurta bir yıl boyunca yüzdü durdu. Bir yıl sonra konuşmaya çalıştı ve “bhuh” dedi, bu toprak oldu. Sonra “bhuvah” dedi bu hava oldu; “suvar” dedi bu da gökyüzü oldu. İşte Pracapati bir yıl sonra konuştuğu için bir çocuk da bir yıl sonra konuşmaya çalışır. Pracapati konuşurken tek ve çift heceli sözcükler söylediği için bir çocuk da ilk konuştuğunda tek ve çift heceli sözcükler söyler. Deminki üç sözcük toplam beş heceli olduğu için yılı beş mevsime böldü, buyüzden beş mevsim (ilkbahar, yaz, yağmur mevsimi, sonbahar, kış) vardır. Bir yıl sonra –Pracapati dünyaların üstünde ayağa kalktı, bunun için bir çocuk bir yıl sonra ayağa kalkmaya çalışır. O, bin yıllık bir yaşam için doğmuştu. Bir kimse, tıpkı nehrin uzak kıyısına vardığı gibi, hayatının öteki yakasına ulaşır. Dualar okuyarak, kendine eziyet ederek ve soyunu çoğaltmak isteğiyle yaşamına devam etti. Yaratıcı gücü kendinde topladı ve ağzından tanrıları yarattı. Onları yarattıktan sonra orada gün ışığı (diva) gördü, işte bu tanrıların parlaklığı idi. Sonra yaşam soluğuyla Asuraları (şeytanlar) yarattı. Onları yarattığında ise sanki orada karanlık gördü. Ve bildi ki ‘bunları yaratır yaratmaz karanlık oldu, doğrusu kendi başıma bela yarattım’. Daha ilk anda onları kötü olarak niteledi; onların günü zaten yapılmıştı; o yüzden derler ki ‘tanrılarla Asuralar arasındaki savaşlarla ilgili aktarmalarda (anvakhyana) ve efsanelerde (itihasa) anlatılanlar doğru değildir; zira o anda Pracapati onları kötü addetti ve o anda günleri yapıldı’. O, tanrıları yarattı ve .günü aydınlık yaptı, o şeytanları yarattı ve geceyi karanlık yaptı. Böylece gece ve gündüz oluştu.”

Bir başka Yaratılış Efsanesi Şatapatha Brahmana VI.l.l’de anlatılır ve en başta “Başlangıçta var olmayan (asat) vardı” denir. Bu ifade, Rgveda X,l29’daki Yaratılış İlahisindeki ifadeye benzer.
Bir başka yerde (Şat,Brah.XI,2,3,l) bütün yaratılışın özü olarak Brahman öne sürülür:
“Başlangıçta sadece Brahman vardı O tanrıları yarattı, onları yarattıktan sonra, dünyaları onlara barınak olarak verdi. Toprak dünyasını Agni’ye, Hava’yı Vayu’ya, Cenneti de Surya’ya verdi.”
Brahmanalarda biçimlenmeye devam eden düşüncelerin, Aranyaka ve Upanishadlarda geliştirilmeye çalışıldığını görürüz. Upanishadların temel doktrini, Şatapatha Brahmana’da (X,6,3) Şandilya tarafından açıklanmıştır.
 
 

 


Brahmanizm

M.Ö. yaklaşık II. yüzyıla doğru Brahmanlar, Vedizm'den kendilerini toplumun ilk planında işgal ettikleri yeri haklı gösterecek bir din çıkardılar. Kelimenin dar anlamıyla Brahmanizm diye adlandırılan işte 'budur.

Brahmanizm'in kutsal metinleri Brahmanalarla Upanishadlardır. Brahmanalar yaklaşık olarak M.Ö. 800 ila 600 yılları arasında yazılmışlardır. Bunlarda kurbanlarla ilgili ve bunların karmaşık ayrıntılarını (etimolojiler ya da tanrılar üzerine efsaneler yardımıyla) haklı gösteren konular anlatılır.

Upanishadlar ise M.Ö. 600 ile 500 yılları arasında meydana getirilmişlerdir. Bunlar çok derin bir felsefeyi açıklamaktadırlar. Atman ile Brahman'ın özdeş oldugunu, insandaki ve güneşteki ruhun bir ve aynı şey oldugunu, Tanrının görünen herşeyin ta kendisi oldugunu anlatırlar. Bu konuda sayısız örnekler verir ve sağlam yaklaşımlar yapar. Brahmanizm'in ana tezleri de bunlardır zaten; kainatın temel özü olan Brahman ile insanların derin benlikleri olan Atman'ın özdeşliği; Karma inanışı ve buna bağlı olarak ruhgöçü. Brahmancılığın meşhur sözü şudur: Tat tvam asi (Sen O'sun).

Vedizm, Animizm'den ölülerin sonradan yaşadıkları fikrini alıp muhafaza etmekle beraber, aynı varlık tarafından birbirini sonsuz şekilde takip eden hayatlar yaşanabileceğini katiyen kabul etmiyordu. Brahmanizm'de ise tersine, yaratıkların sayısındaki düzenin önceki yaşamlardaki insan ve hayvan hayatlarının muhteva ve düzenine bağlı olduğu düşünülmektedir. Bu ise her bir yaşamın, daha önceki bir yaşama göre şekillenmesi zorunluluğunu getirmektedir. işte bu sistemin bütününe Karma yasası adı verilmektedir.

Ruhun defalarca bedenlenişine olan inancın Hindistan'da ne derece yaygın oldugunu, XI.yüzyılda Hindistan'ı ziyaret etmiş olan El Biruni'nin şu sözlerinden de anlayabiliyoruz: "içten gelerek söylenen şehadet kelimesi Müslümanların özelliği olduğu gibi, tanrı üçlemesi Hristiyanların, cumartesi gününe hürmet ise yahudilerin alametidir. Aynı şekilde ruhgöçü de Hint dininin nişanıdır. Buna inanmayan o topluluktan değildir."

Az veya çok iyi bir hayat sürmüş olduğumuza göre, ölümden sonra da az veya çok yüksek bir hayata kavuşuyoruz. Yani, yeni bir bedene girişimiz, daha önceki hal ve gidişimize bağlı olan bir şeydir. Böylece din düşüncesi, ahlakın da özü haline gelmektedir. İnsanın iyi veya kötü davranışlarının mükafatı veya cezası, sonradan daha iyi ya da daha kötü bir bedene giriş şeklinde ortaya çıkmaktadır. Yeniden doğmak "dünyanın ıstırabına" yeniden ortak olmak demektir. Hayatın böyle ebediyen yeniden başlayışı, ıstırapların da ebediyen yeniden başlayışı demektir. İnsan, Atman'la Brahman'ın tıpkılığına inandığı anda, bu eziyetten de kurtulacaktır. İşte bu, bilgi yoluyla erişilen Kurtuluştur.

·         Vedalar'ı anlayıp, tekellerine alan brahmanlar (rahipler) kast sistemini kurmuş ve sistemin en üst tabakası haline gelmişlerdir.
 
3.  Aranyakalar
 
ARANYAKALAR VE UPANİSHADLAR
Brahmanalara ek olarak yazılmış metinlere Aranayakalar (Orman Metinleri) denir. Bunlar, gizli ve acayip karakterdeki herşeyi içerir; açıktan öğretilmesi tehlikeli olduğu için köylerde değil, ancak ormanlarda öğretilmesi gerekir. Aranyakaların ana konuşu, artık kurban töreninin yapılışıyla ilgili kurallar ve seramonilerin açıklaması değil, kurbanın sembolcülüğü ve mistisizmi ile Brahman felsefesidir, Aşramalar doktrininin, yaşamın Brahmansal ideali olarak ileri sürülmesinden sonra bu “orman metinleri” doğal olarak orman çilekeşlerinin üzerinde çalıştığı, Vedaların geçerlilik kazanan kısımları haline geldi, Upanishadların en eskileri de kısmen bunlara dahil edildi, kısmen de bunlara eklendi; bu yüzden Aranyakalar ile Upanishadlar arasında kesin bir sınır çizmek zordur. Bu metinler birçok nedenden ötürü Vedanta (Vedaların Sonu) olarak biçimlendi. Bir kere bu metinlerin çoğu daha genç bir döneme aittir ve kronolojik olarak Veda döneminden sonraya yerleştirilir, ikinci olarak şunu asla unutmamalıyız ki Vedik edebiyatın tamamı yazılı kitaplardanoluşmaz, ağızdan ağıza yayılmış bir edebiyattır. Bunun içindir ki bizim genellikle “eserler” yahut “kitaplar” olarak adlandırdığımız ve Brahmanalar içinde bulduğumuz şeyler aslında çeşitli dinadamlarına.ait okulların öğretilerinin açıklandığı kısımlardır. Öğreti, yıllarla ölçülen süreler içinde öğrencilere öğretilir, bu süre zarfında öğrenci hocasıyla birlikte yaşar ve ona hizmet ederdi. Bu öğretinin anlaşılması çok zordu; esrarlı, mistik ve felsefesel doktrinlerdi bunlar. İşte Aranyakalar ve Upanishadların içeriğini oluşturan bu konular, bu öğretim döneminin sonuna düşüyordu. Bu metinler, dinsel bir görev ve eylem olan Vedaların ezberden okunmasına da bir son veriyordu. Sonraki düşünürler, Upanishadların doktrinlerinde Vedaların sonunu değil, Vedaların son amacını gördüler.
 


 


Vedanta olarak Aranyakalar ve en eski Upanishadlar çeşitli Veda okullarına aittirler. Bunlar gerçekte Brahmanaların belirli kısımlarını oluştururlar. Kendisine Aitareya Upanishad dahil edilmiş olan Aitareya Aranyaka, Rgveda’ya ait olan Aitareya Brahmana’ya ilişkindir. Yine Rgveda’ya ait olan Kaushitaki Brahmana, bir parçasını Kaushitaki Upanishad’ın oluşturduğu Kaushitaki Aranyaka ile biter. Siyah Yacurveda’ya ait olan Taittiriya Aranyaka, Taittiriya Brahmana’nın devamından başka birşey değildir. Bu Aranyaka’nın bitişi Taittiriya Upanishad ve Maha Narayan Upanishad olarak biçimlendirilmiştir. Beyaz Yacurveda’ya bağlı Şatapatha Brahmana’da XIV.kitabın. ilk-üçte biri bir Aranyaka’dır; bu kitabın sonu en büyük ve en ünlü Upanishad olan Brhadaranyaka Upanishad’dır. İlk bölümü bir Aranyaka olan Chandogya Upanishad, Samaveda’ya ait olan bir Brahmana’ya (olasılıkla Tandya Maha Brahmana) aittir. Caiminiya Upanishad Brahmana diye adlandırılan eser Caiminiya’ya (veya Samaveda’nın Talavakara okulu) ait bir Aranyaka’dır. Keza Talavakara Upanishad denen Kena Upa. da onun bir parçasını oluşturur.
Maha Harayana Upa. hariç, yukarıda adı geçen Upanishadlar, bu türün en eskilerindendir. Dil ve üslup olarak Brahmanalara benzerler. Süssüz ve düzyazı biçimlidirler. Sadece, en eskileri arasında sayılan Kena Upanishad’ın yarısı şiirseldir. Eski ve yeni metinler bir aradadır. Brhadaranyaka ve Chandogya gibi en-büyük.Upanishadlar birçok büyük küçük metnin, birleşip kaynaşmasıyla oluşmuştur. Böylece aynı metinlerin birçok Upanishad’da bulunmasını da anlayabiliyoruz. En büyük Upanishadların yazıldığı bağımsız metinlerin ait olduğu tarih, Buddha ve Panini’den önce, Brahmanalar ve Aranyakalardan çok sonra olmayan bir tarihtir. Bu nedenle yukarıda adları geçmiş olan 6 Upanishad, yani Aitareya, Brhadaranyaka, Chandogya, Taittiriya, Kaushitaki ve Kena şüphesiz bu edebiyatın ilk gelişen en eski ürünleridir. Bunlar, daha önce bahsettiğimiz Vedanta doktrinini saf ve orijinal biçimiyle
sunarlar.
Bütünüyle veya kısmen şiirsel olarak yazılmış olan bazı Upanishadlar, olasılıkla Buddhizm öncesi bir zamana, fakat demin bahsettiklerimizden sonraki bir döneme aittirler. Bir Aranyaka’nın bölümü olmasalar bile, bunlar da belirli Veda okullarına ilişkindir. Bu sınıflama içine Siyah Yacurveda okuluyla ilgisi olan Katha Upanishad’ı koyabiliriz. Keza Siyah Yacurveda metinleri arasında sayılan Taittiriya Aranyaka’ya bir ek olarak elimize gelen Şvetaşvatara Upanishad ile Maha Narayana Upa. da sayılabilir. Vacasaneyi Samhita’nın son bölümü biçiminde olan kısa fakat çok değerli İşa Upanishad, Beyaz Yacurveda’ya aittir. Yarı düzyazı yarı şiirsel olan Mundaka ve Praşna Upa.lar
Atharvaveda’ya aittirler. Bu altı Upanishad da Vedanta doktrinini içermesine rağmen, bunlarda büyük ölçüde Samkhya ve Yoga öğretileri ile monoteistik düşünceler de işlenmiştir.
Maitrayaniya Upa. Siyah Yacurveda okuluna atfedilir ve Buddhizm sonrası bir devreye ait olması gerekir. Bu da, en eskileri gibi, düzyazı ile yazılmıştır; ancak Vedik izler taşımaz. Dil, üslup ve kapsam bakımından Klasik Sanskrit Edebiyatı içine yerleştirilebilir. Atharvaveda ile ilintili olan Mandukya Upanishad da olasılıkla aynı zamana aittir.
Bu son saydığımız iki Upanishad önceki onikisi ile birleşerek 14 Upanishad’ı oluşturur ki bunlar Hint felsefesi ile ilgili ilk kaynaklardır.
Bunun dışında sayıları 200’ü aşan Upanishad adıyla veya.geniş birikimler halinde bize ulaşmış.metinler vardır ki bunlar Vedalarla, bir ikisi dışında, pek ilgisi olmayan metinlerdir. Felsefi olmaktan .çok dinsel karakterdedirler. Çok sonraki dönemlerin mezheplerinin ve düşünür okullarının görüş ve doktrinlerini savunurlar. Vedalardan çok Purana ve Tantralarla ilgilidirler. Bu yeni Upanishad Edebiyatını amaç ve kapsamlarına göre şöyle sınıflandırabiliriz:
l) Vedanta öğretilerini açıklayan metinler, 2) Yoga’yı öğreten metinler, 3) Çileci yaşamı (Sanyasa) öven metinler, 4) Vishnu’yu öven metinler, 5) Şiva’yı öven metinler, 6) Şaktaların ve diğer önemsiz mezheplerin Upanishadları... Bu metinler kah düzyazı, kah düzyazı-şiir karışımı ile, kısmen de epik şlokalarla yazılmışlardır.
Upanishad sözcüğü upa+ni+SAD (bir kimsenin yakınına oturmak, dizinin dibine oturmak) eyleminden türetilmiştir ve bununla öğrencinin hocasının yanına oturup, ondan gizli bilgileri alması anlatılmaya çalışılmıştır. Hintliler gizli bilgilere “rahasyam” derlerdi. Bu nedenle “Upanishad” ve “rahasyam” sözcükleri yanyana kullanılmıştır.
 
 

UPANISHADLARIN TEMEL ÖĞRETİLERİ
Upanishadlarda belki de en sık tekrarlanan sözler “Evrenin Brahman, Brahman’ın da Atman” olduğudur. Yani “Evren Tanrı, Tanrı da Sensin veya Benim”. Upanishadlarda bu iki kavram, yani Brahman ve Atman bir arada gözükür. Şandi1ya bu ünlü doktrini “Gerçekten bütün bu var olan herşey Brahmandır” diye açıklamaya başlar (chandogya Upa. III, 14):
“Bu Atman benim kalbinin derinliklerindedir ve bir pirinç veya arpa tanesi ya da hardal çekirdeği kadar küçüktür... Kalbimin derinliklerindeki bu Atman dünyadan, gökyüzünden, göklerden ve bütün dünyalardan daha büyüktür. Bütün hareketler, istekler, korkular, tatlar ondadır, kendi içini kapsayan herşeyi tutan odur; o konuşmaz, hiçbir şeyi dert etmez; bu kalbimin derinliklerindeki Atman, Brahman’dır. Bu yaşamdan.ayrıldığım zaman onunla birleşeceğim”.
Burada görüldüğü gibi, “aham brahmasmi” (ben Brahma’yım) öğretisi anlatılmaya çalışılmaktadır.
Chandogya Upa. (VI, 1’den) dan:
“Şvetaketu, Uddalaka Aruni’nin oğluydu. Babası ona dedi ki: ‘Şvetaketu kendini bir hocaya Veda öğrencisi olarak sunmalısın, çünkü evladım, bizim ailede Veda’yı öğrenmeden, sadece ismen Brahmin olmak yeterli değildir.’ Böylece 12 yaşında öğrenci oldu. 24 yaşında ise bütün Vedaları öğrenmişti. Kendini bilgili bir insan gibi kabul ederek gururla evine döndü. Babası ona dedi ki: ‘Sevgili Şvetaketu, kendini.bilgili bir insan gibi kabul edip kibirleniyorsun; söyle bana, işitilmeden duyulan, düşünülmeden düşünülen, bilinmeden bilinen öğretiyi araştırdın mı?’ ‘Saygıdeğer kişi, bu öğreti neden bahsediyor?’ ‘Evladım, bu, var olan herşeyin aynı hamurdan yapıldığını, farkın ise sadece isimlerde olduğunu anlamaktır. Bakırdan yapılmış herşey bakırdır, fark sadece isimlerdedir. Tırnak
makası gibi demirden yapılmış herşey demirdendir, fark onlara verilen isimlerdedir; işte bu böyle bir öğretidir.’ ‘Şüphesiz benim değerli hocalarım bunu bilmiyordu; eğer biliyorduysalar neden bana öğretmediler? Saygıdeğer efendim, bu öğretiyi bana açıklar mısınız?’ ‘Pekiyi evladım’ dedi baba.
Oğlum, başlangıçta varolan, ikincisi olmayan Tek Varlık’tır. Şundan emin ol, bazı kimseler der ki; Başlangıçta:Varolmayan vardı; o ikincisi olmayan Tek’ti; ondan Varolan ortaya çıktı. Fakat sevgili oğlum, bu nasıl olabildi? Nasıl oldu da Varlık Yokluk’tan doğdu? Başlangıçta var olan varlıktır ve o İkincisi olmayan Teklik’tir. (Sonra ona varlığın nasıl su ve-ısının-yardımıyla doğduğunu, daha sonra ondan nasıl yiyeceğin ortaya çıktığını anlatır. Varlığın, üç elementi içine alarak, kendi dışında maddesel dünyayı yarattığını açıklar. Uyku, açlık ve susuzluk, durumunda nasıl herşeyin geri üç elemente döndüğünü (ısı, su, yiyecek) başka deyişle ateş, su, toprağa döndüğünü, bu üç elementin dönüşlerinde sadece varlıkta dinlendiklerini anlatır. Bu varlık herşeyi içine alan Atman’dır, yani bizim ruhumuzdur. Bir kimse ölse, gerçekte olduğu şeye döner, onun dışında üretildiği varlığa karışır. Bu bilgileri Tek Varlık’la insan ruhunun bir ve aynı olduğunu açıklayan bir dizi benzetme izler). ‘Sevgili oğlum, arılar farklı farklı ağaçların özsularını tek bir yerde toplarlar. Bu birliğin içinde toplanmış olan özsular ‘ben şu ağacın özsuyuyum, ben bu ağacın demezler. O halde evladım, varlıktan gelen bütün yaratıklar da ondan geldikleri bilincini unutmuşlardır. Aslan, kaplan, kurt, domuz, solucan, kuş, sinek, sivrisinek hepsi de bu Varlık’tan gelmedir. Herşeyi var eden bu aynı kaynaktır, o gerçektir, o Atman’dır, o Sensin ey Şvetaketu’. ‘Soylu efendim, beni daha fazla aydınlatın’ ‘Pekala oğlum...’
‘Şuradaki incir ağacından bana bir meyve getir;’ ‘Getirdim efendin’. ‘Onu ikiye böl’ ‘Böldüm efendim’ ‘İçinde ne görüyorsun?’ ‘Çok küçük tohumlar efendim’ ‘Onlardan birini ikiye böl’ ‘Böldüm efendim’ ‘Ne görüyorsun?’ ‘Hiçbir şey efendim’. Bunun üzerine baba dedi ki: ‘Sevgili oğlum, görmüyor musun ki o hiç dediğin şeyden şu koca incir ağacı meydana geldi, inan bana oğlum, herşeyi meydana getiren de bu aynı şeydir; o gerçektir, o Atman’dır, o sensin ey Şvetaketu’ ‘Soylu efendim, beni daha fazla aydınlatın’. ‘Pekala...’
‘Şu bir parça tuzu suya koy ve yarın sabah bana gel’ O da öyle yapar. Baba ona der ki: ‘Dün gece suya koyduğun tuzu bana ver’. Oğul, elleriyle yoklar ama tuzu bulamaz zira suda erimiştir. ‘Şimdi suyun bir yerinden tat bakalım. Nasıl tadı?’ ‘Tuzlu’. ‘Şimdi ortadan tat, nasıl?’ ‘Tuzlu’ ‘Şimdi diğer taraftan tat, nasıl tadı?’ ‘Tuzlu’ ‘Şimdi onunla birşey ye ve bana gel’ O da öyle yapar ama yediği şey de tuzludur. Sonra baba ona der ki: ‘Doğrusu oğlum, sen de bu vücutta varlığı kavrayamazsın, oysa o oradadır. Bu herşeyi oluşturan güçtür, o gerçektir, o Atman’dır, O Sensin ey Şvetaketu!’
Kaushitaki Upa. (IV’de) ve Brhadaranyaka Upa. (II,1’de) olmak üzere iki ayrı Upa.’da bilgili ve kibirli Brahman Gargya-Balaki’nin Benares kralı Acataşatru’ya Brahma bilgisini öğretişini buluruz. Ona, güneşteki, aydaki, aydınlıktaki, havadaki, rüzgardaki, ateşteki, sudaki Purusha’.yı (kişisel ruh) açıklar. Sesteki, rüyadaki, insan bedenindeki, gözdeki Brahman’ın yansımasını anlatır. Bunlardan tatmin olmayan krala başka açıklamalarda bulunur.
Yacnavalkya ile iki karısından biri olan Maitreyi arasında şöyle bir konuşma geçer (Brhadaranyaka Upa. II, 4):
Maitreyi – Efendim, söyler misiniz, acaba üzerindeki zenginlikle birlikte bu dünya benim olsa, ölümsüzlüğe kavuşur muydum?
Yacnavalkya – Hayır! Senin yaşamın da zenginlerinki gibi olurdu. Zenginlikte ölümsüzlüğe dair bir umut yoktur.
Maitreyi – Eğer ölümsüz olamayacaksam ne yapacağım? Bu konuda, efendim bana bildiklerinizi söyleyin.
Yacnavalkya – Benim için çok değerli olan sen, kıymetli sözler söylüyorsun. Gel, otur, sana açıklayacağım, sözlerime dikkat et! (Devam eder)
Bir koca onu sevdiğin için değerli değildir: Bir koca, kendini sevdiğin için değerlidir.
Bir kadın, onu sevdiğin için değerli değildir: Bir kadın, kendini sevdiğin için değerlidir.
Oğullar, onları sevdiğin için değerli değildir: Oğullar kendini sevdiğin için değerlidir.
Tanrılar, onları sevdiğin için değerli değildir: Tanrılar sen kendini sevdiğin için değerlidir.
Yaratıklar, onları sevdiğin için değerli değildir: Yaratıklar, sen kendini sevdiğin için değerlidir.
Aynı şekilde herşey sen onları sevdiğin için değil, sen kendini sevdiğin için değerlidir.
Ey Maitreyi, kendin dediğim görülür, duyulur, kavranır, gösterilir! Biz duyduğumuz, kavradığımız ve bildiğimiz zaman herşey bilinmiş olur.

Ruh göçü ve Karma kanunu ile ilgili birçok konuşma vardır. Bunlardan biri Brhad.Upa. III,2,13’den itibaren verilen konuşmadır. Burada iyi hareketlerin (Karman) sonunda iyi bir canlı, kötü hareketlerin sonunda kötü bir canlı olarak doğulacağı belirtilir. Aynı Upanishad’ın başka bir yerinde (7,2) ilginç bir söz oyunu vardır:
“Pracapati’nin oğulları olan tanrılar, insanlar ve şeytanlar babalarının yanında onun öğrencisi olarak kalırlar. Tanrılar onun yanındayken sorarlar: ‘Efendimiz, bize birşey söyleyin’ O da onlara ‘da’ der ‘bunu anladınız mı?’ diye ekler. “Tanrılar”da anladık; siz bize damyata (kendinizi zaptedin) diyorsunuz’ diye yanıt verirler. Pracapati ‘evet, anlamışsınız’ der. insanlar ona derler ki ‘Efendimiz, bize birşey söyleyin’ O da gene ‘da’ der. ‘Anladınız mı?’ insanlar ‘anladık, siz bize datta (ver) diyorsunuz’ derler. O da ‘evet, anlamışsınız’ diye doğrular. Şeytanlar ona derler ki ‘Efendimiz, bize birşey söyleyin’ O gene ‘da’ der ‘anladınız rnı?’ diye ekler. Onlar da ‘anladık, siz bize dayadhvam (merhametli ol) diyorsunuz’ derler, Pracapati ‘evet, anlamışsınız’ diye konuşur, işte bu yüzden kutsal sesi olan gökgürültüsü da-da-da ettiğinde bu damyata, datta, dayadhvam anlamına gelir. O nedenle o kişi kendini tutma cömertlik ve merhameti öğrenecektir.”
Upanishadlardaki öğretiye göre en yüce amaç, Brahma ile bir olmaktır. Bu da ancak bilgisizliğin yenilmesi ile olur. Bu yüce amaca ulaşmak için, iyi olsun kötü olsun, her türlü işi bırakmak gerekir. Kurban sunmak ya da çilecilik yapmak, ancak insanın yeniden doğmasına yarar. Bilgi ise insanı bu karışıklıktan kurtararak Bir ve Gerçek Olan’a götürür. Krallar Atman ve Brahman bilgisini öğretmeleri için Brahmanlara müthiş ölçülerde hediyeler verirler; Brahmanlar da onlara karşı oldukça ölçülü davranırlardı. Zenginler de dilencilere karşı öyle olurdu. Bu bilgiye kavuşmanın yolları böyleydi; buna en iyi örnek Naçiketas öyküsüdür ki bu Katha Upa. (I,20-29) da anlatılır. Buna göre genç Naçiketas cehenneme düşer ve orada ölüm Tanrısı ondan üç dilekte bulunmasını ister. O da ilk olarak sağ sağlim babasına dönmeyi diler. Sonra cennet mutluluğunu ister. Üçüncü isteği ise bir sorunun yanıtlanmasıdır: “Bir kimse ölünce bazıları var olduğunu, bazıları yok olduğunu söyler. O kişiye ne olur?” Yama, öldükten sonra insana ne olacağı sorusunu tanrıların bile yanıtlayamadığını söyleyerek, bu isteğinden vazgeçmesini rica eder. Fakat Naçiketas ısrar eder. Yama da ona zevkleri bırakıp bilgiyi seçmesini öğütler; Atman doktrinini açıklar.
Maitrayana Upa, (I,2-4) daki bir anlatım Buddhist anlatım ve öğretim tekniğini andırır. Bu Upanishad zaten dil ve üslup bakımından Veda döneminden çok Klasik Sanskrit dönemine ve Buddhizm sonrasına
Yakındır. Upanishadlarda Brahma tek gerçektir. Bu gerçeği bilene korku ulaşamaz. Sonraki Hint edebiyatında görülen karamsarlık (pessimizm) kaynağını Upanishadlardan alır.
Alman filozofu Schopenhauer, Upanishadları “insan düşüncesinin en yüksek ürünleri ve bilgeliği” olarak niteler ve bunların “hemen hemen süper-insan kavramları” olduğunu ve “yaratıcılarının Tam insan olarak görülmesi gerektiğini” vurgular.
Upanishadlardaki mistik öğretiler, İran .Sufizmini, Neo-platoncuların mistik teozofik logos doktrinlerini, Hristiyan mistikleri Eckhart ve Tauler’i ve nihayet 19.yüzyıl Alman mistik düşünürü Arthur Schopenhauer’i derinden etkilemiştir. Bu düşünür; hocalarını sayarken Plato ve Kant’la birlikte Vedaları (burada Upanishadlar kastediliyor) sayar. Schopenhauer Sanskrit edebiyatının keşfinin “yüzyılın en büyük hediyesi” olduğunu söylemektedir. Upanishadlar için der ki: “Dünyada var olabilecek en doyurucu ve en yükseltici eser; yaşamımın tesellisi oydu, ölümümün de tesellisi o olacaktır.”
 Samhita'lar genelde mantralardan oluşur ve 4 bölüme ayrılır:
1.  RigVeda
Rigveda, Hinduizmin kutsal metinleri olan Veda'ların bir bölümüdür.Veda'ların ilk bölümü olan Rigveda, aynı zamanda en eski ve en önemli bölümdür. 1028 ilahi içeren Rigveda tanrılara şükür ve saygı için yazılmış on kitaptan oluşur.Rigveda dünyanın en eski kutsal metnidir.


    2.   SamaVeda
Samaveda, Hinduizmin kutsal metinleri olan Veda'ların bir bölümüdür.
Samaveda kurban esnasında söylenan ilahileri içerir. Genel sıraya göre dört Veda'nın içinde üçüncü sıradadır. Yine de kutsiyet ve liturjik (ayinsel) açıdan Rigveda'dan sonra en önemli Veda bölümüdür. Bir tür melodiler vedası olan samaveda yüksek sesle okunur.
 


 
3.   YajurVeda
Yajurveda, Hinduizmin kutsal metinleri olan Veda'lardan bir bölümdür. M.Ö. 1500 - M.Ö. 500 arasında yazıldığı tahmin edilmektedir. Liturji ve özellikle kurban ayinleriyle ilgili formüller ihtiva eder. Kurban esnasında mırıldanarak okunur.
Biçimleri ;
Yajurvedanın iki ana biçimi vardır: Şukla (beyaz) ve Krişna (siyah). Şukla Yajuverda manzum biçimde ilahiler ihtiva ederken, Krişna Yajuverda hem Şukla Yajuverda'daki tüm metinleri ve hem de ek olarak nesir biçiminde bir tefsiri(ni) ihtiva eder.
 
 
 
    4.   AtharvaVeda
Atharvaveda Hinduizmin kutsal metinleri olan Veda'lardan bir bölümdür.Veda'ların dördüncü ve son bölümü olan Atharvaveda evren ile ilgili dualar içerir. Bunun dışında büyü ile ilgili dualarda içerir. Cainistler ve budistler Atharvaveda'ya diğer Veda'lara oranlara daha önyargılı ve düşmanca yaklaşırlar.
Ayrıca Atharvaveda felsefi açıdan önemli bir metindir. Aryan felsefi düşüncesine büyük katkıları olmuştur. Bunun dışında tıbbi bilgiler de içerir.


 
Brahmanalarda dini törenlerin özellikleri ve sembolik manaları anlatılır, Aranyakalarda artık ritüelizm değil tamamen sembolik anlamlar açıklanmaya başlanır.
Aranyakalar ve özellikle "Veda'ların sonu" (Vedanta) olan Upanişadlar (M.Ö. 800- M.Ö. 400) daha felsefi ve mistik yapıdadır, anlaşılması mantralara göre çok daha kolay olduğundan "Vedaların en önemli bölümleri, zirvesi" kabul edilir ve Hint felsefesi konusunda en önemli kaynaklardan biridir.
Samhitalardan en değerlisi ve en eskisi olan Rig-Veda'da doğa güçlerinin kişileştirilmesi olan Tanrılara tazim için yazılmış 1017 ilahi vardır, her ilahi 10 kadar âyetten oluşur, bunların ayrı bir edebî vezni olduğu için yüksek sesle okunur, anlatımlar üzeri kapalı yoğun sembolizmle bezenmiştir ve anlaşılmasının oldukça zor olduğu kabul edilir, Rig-veda'da, hayatın anlamına, evrenin başlangıcına ilişkin felsefi çıkarımlar da bulunmaktadır:
"Önce ne varlık vardı ne de yokluk, ne hava vardı ne de ötedeki gökyüzü, neydi onu saran? Neredeydi? Kimin himayesindeydi?
Orada mıydı, derinliklerine ulaşılamaz engin Umman? Ölüm de yoktu o zaman, ölümsüzlük de. Geceye ya da gündüze ait olan herhangi bir belirti yoktu, Tek olan soluk olmadan soluyordu kendi iç gücüyle, bundan başka da hiçbir şey yoktu.
Karanlık vardı, her şeyi saran bir karanlık, ve her şey ayrışmamış haldeki Ummandı o zaman, boşluğun sakladığı o, gayrete geldi ve var oldu.
Başlangıçta ilahi aşk meydana geldi, Gönül’ün ilksel tohum hücresini oluşturdu, Rişiler gönüllerinde araştırma yaparak keşfettiler varlığın yokluktaki bağlantısını.
Belli belirsiz bir çizgi varlığı gayri varlıktan kesip ayırdı..." (Rig-Veda 10:129)
SamaVeda, melodiler vedasıdır. Kurban esnasında rahipler bu ilahileri okurlar.
YajurVeda'da, Kurban ile ilgili sözler ve dualar bulunmaktadır, bir kısmı nesir, bir kısmı da manzum olarak yazılmıştır. Kurban esnasında alçak sesle okunur.
AtharvaVeda, dinî ayin ve törenlerde okunan dua ve yakarışları ihtiva eder, 730 ilahiden oluşur. Kozmik, mistik parçalar ve büyü ile ilgili dualar vardır.
 
Vedalardan bazı alıntılar:
“Ötelerin ötesidir, Brahman, yücelerin yücesi. Başlangıçta yalnız O vardı. Adlar değişik, kalıplar ayrı, cevher tek; Brahman. Ama Brahman dışında başka bir kâinat da var, benliğimiz Atman.”
“Işıklar içinde doğarsın Agni ( Ateş Tanrısı)
Dünyaya ışıklar saçarsın.
Göklerde, sularda, toprakta Sen varsın”

"Hakikatten daha yüksek bir öğreti yoktur." Vedalar
Gerçeği arayış, bir olan bilgiyi arayış; kendimizi ön plana çıkarmadan, öğretiyi ön plana çıkarır. Yeni hiçbir şey söylemiyoruz, sadece birlikte hatırlıyoruz. Her birey kendi aydınlanmasını kendi yolunda yaşar ama kadim ezoterik bilgelik birdir. Bu yol zor ve meşakkatlidir. Ne mutlu zoru seçip ışığı arayanlara...
 
 

ELLORA MAĞARALARI
 


Hindistan’da Maharashtra Eyaletinin kuzeyinde Aurangabad şehrine 30-40 km uzaklığında bulunan tarihi bir miras Ellora Mağaraları. Kayalara oyulmuş eski tapınaklardan oluşan bu mağaralar Unesco tarafından Dünya mirası olarak tescillenmiştir. Ajanta mağaralarına çok yakındır fakat aralarındaki farktan dolayı iki mağara kıyaslanamaz bile.Ellora’da yalnızca resimler değil buna benzer heykel ve heykelcikler de bulunmaktadır ek olarak tek bir tapınak değil birçok dine ait tapınakları bünyesinde barındırmaktadır.
 


Kuzey-Güney doğrultusunda oyulmuşlardır ve en baştaki mağara ile en sondaki arasında yaklaşık 2 kilometre mesafe bulunmaktadır. Bu alanda toplam 34 mağara bulunmaktadır bu 34 mağaranın tümü aynı dine ait değildir. 17 Hindu,12 Budist ve 5 tane de Jain tapınağı mevcuttur bu da tarihte farklı dinlere hizmet ettiğini ortaya koymaktadır.

Mağaralarda bulunan resimler ve heykeller gerçekten işçilik harikasıdır bu heykeller özellikle yapılan ibadetleri ve törenleri anlatmaktadır. Birçok dine hizmet eden bu mağaralarda ilk tapınaklar Budistler adına inşaa edilmiştir. Kayaların içine oyulan tapınakların işçilikleri fazlasıyla kaliteli ve  günümüzde de özelliğini ve orijinal yapısını kaybetmemiştir. Mağaraların en ortasında, ana tapınak Kaisala bulunmaktadır. Tarihçilerin yaptığı araştırmaya göre yapım 150 yıl sürmüş ve yaklaşık 7.000-10.000 işçi bu tapınakların yapımında görev almıştır.
 


Hindu mitolojisinde Tanrı Şiva’nın evi olarak bilinen Kaisala… Himalayalarda bir dağın ismi ve onun kutsal olduğu inancı hakim.
Kaisala’nın farklı olmasına neden olan şey ise; yine kayaların etrafında oyularak oluşturulan bir avluya sahip olmasıdır. Araştırmalar 200.000 ton kayanın çekiç ve benzeri malzemelerle oyulması ve kazınması ile bu tapınakların meydana geldiğini ortaya koymaktadır.
 
AJANTA MAĞARALARI


Hindistan’ın Maharashtra bölgesinde Ajanta Dağlarının bazalt kayalar ile kaplı tepelerinde yer alan mağaralar Ellora’nın 100 km kuzeydoğusunda, Aurangabad’dan 104 km ve Jalgaon Tren İstasyonundan 52 km uzakta bulunmaktadır. Mağaralar, Sahyadri Tepelerinin ormanlık vadisinde yer alan Deccan volkanik lavlarınca parçalara ayrılmış ve çok güzel bir ormanlık alanda bulunmaktadır. Bu harika mağaralar, Buda’nın hayatını resmeden oymalarla işlenmiş olup bu oymalar ve heykeller klasik Hindistan sanatının başlangıcı olarak değerlendirilmektedir.
Ajanta’da milattan önce 200 civarında 29 mağara kazılmış, ancak bu mağaralar milattan sonra 650′de Ellora’nın tercih edilmesi nedeniyle terk edilmiştir. Mağaraların 5′i tapınak, 24 tanesi de manastır olup, yaklaşık 200 rahip ve zanaatkâr tarafından kullanıldığı düşünülmektedir. Ajanta Mağaraları 1819′da bir İngiliz kaplan avı partisinde tekrar keşfedilene kadar zaman içerisinde unutulmutur. Bugün, mağaralara tepenin ortasındaki bir alandan uzanan yol boyunca ulaşılmaktadır, ancak her bir mağara, bir merdivenle suya bağlanmaktadır.


 
Hindistan’da Bombay şehrinin kuzey doğusunda Ajanta dağlarının, bazalt kaya kütlelerinden oluşmuş tepeleri uzanır.Burada, İsa’dan önceki ve sonraki ilk yüzyıllarda budist rahipler tarafından kayaların içerisinde oyulmuş 29 mağara bulunmuştur.
Bu mağaralar, İsa’dan önce II. Yüzyıl ile İsa’dan sonraki VI. Yüzyıl arasında, budistler tarafından mâbet olarak kullanılmak üzere oyulmuştur.İçerisi kum dolan ve unutulan mağaralar bu sâyede soyguncuların ve maceracıların yağmalarından kurtulmuştur.
Mağaralara, kayanın içerisinde oyulmuş bir yoldan girilir. Her mağaranın içi muhteşem kabartmalarla, yine kayadan yontulmuş muhteşem sütun ve payelerle, kubbelerle süslenmiştir.Duvar resimleri, günlük hayattan sahneleri, savaş sahnelerini, Buda’yı canlandırır.